Dünden, Yüzden kalanlar…
Ah canımın içi insan
Kendini anlamaya çalışan
Kendini kendinden yola çıkarak anlamaya çalışan insan.

Dünden, Yüzden kalanlar…
Ah canımın içi insan
Kendini anlamaya çalışan
Kendini kendinden yola çıkarak anlamaya çalışan insan.

“Ya yanlış bir şey söylersem.”
“Ya zarar verirsem”
Bunları diye diye kaç cümleyi kurmaktan vazgeçtin, her vazgeçtiğini içine içine attın.

Hayat mı tabii hep konuşuyor bizimle. Hatta en sessiz olduğunu düşündüğümüz zamanlarda bile sürdürüyor iletişimini, sadece biz duymuyoruz. Kafamızı çeviriyoruz gösterdiklerine, kulaklarımızı tıkıyoruz söylediklerine…
Zihnimize, (sözde) yüreğimize korkularımıza, hayallerimize hapsediyoruz kendimizi.
Sayısız anla, sayısız görüntüyle karşılaşacaksınız.
Tabii ne kadarına cesaret edebilirseniz.
Bir sürü kutu göreceksiniz. O da nerden çıktı şimdi demeyin, yaralarınızı, kırgınlıklarınızı nerelere saklamıştınız.
Unutmuş olamazsınız, bakmayın bana öyle peki.
Kapınız sürekli çalınacak, siz evde yokmuş gibi davransanız da hatta kendiniz bile buna inansanız da orada olduğunuzu bilen (duygu) ısrarla o kapıyı çalacak, içeriye alıp hakkıyla misafir edene kadar da gitmeyecek.(Sessizliğine, kılık değiştirmesine, ‘sözde’ gitmelerine sakın aldanmayın)
Ne zamandır duygulardan bahsetmek istiyordum, önce genel bir duygu girişi yaparım sonra her birini teker teker ele alırım diyordum, ama işte hayat bazen bizim yaptığımız sıralamaları değiştiriveriyor. Hem de öyle damdan düşercesine bunu yapıyor ki siz bir anda görmezden geldiğiniz tüm damdan düşmelerinizin de toparlanıp geldiğini… Yanı başınızda olduğunu fark ediyorsunuz.
Yolculuğumuzu diğerleriyle devam ettirmemiz boşuna değil çünkü en temel görevimiz olan kendimize ulaşmayı sadece başkaları aracılığıyla yapabiliyoruz. Ötekine olan mecburiyetimiz, mahkumiyetimiz, ihtiyacımız genelin kabul ettiği gibi yetersizlik değil aksine kişiyi daha da güçlü kılan bir çeşit “dünyada olma” hali. Yeter ki karşımızdaki ile insan insana, onu da öncelikleyen hatta bazen sadece onu öncelikleyen bir bağ kurma cesareti gösterebilelim.
İnsan hayallerini kabul etsin ya da etmesin tam da hayatının ortasına konumlandırır, her sabah uyandığında, her gece başını yastığa koyduğunda ona huzuru da huzursuzluğu da veren hayalleri, bazen yavaş yavaş ama bazen olabildiğince hızla elinden kayar gider, işte o hızlı kayıplar, “hayal çökmesidir”.
Rivayet edilir ki, ruhla beden arasındaki denge bozulunca, birbirlerinden ayrılma vakti gelirmiş. Ruh hafif gelirse kanatlanır, göğe yükselirmiş, ama biraz beklermiş. Merak edermiş, uğurlamaya vedalaşmaya kimler gelecek diye. Bedeniyle bir vedalaşma değil. Vedalaşma için gelinen yer, ruhun yanı başıymış.
Bir yetişkinin çocuğa duyduğu minnettarlığın belki milyon tane sebebi vardır. Her biri, üzerine uzun uzun yazılmayı konuşulmayı hak eder. Elbet sıra onlara da gelir. Ama ben size “yine” çocuk olabilmekten ve perdeyi açan müzikten bahsedeceğim. Hatta bunu okurken mümkünse Serhat Erdem - Bulutların Üstünde’yi dinlemenizi rica edeceğim.
Önce katılımcısı ardından eğiticisi olduğum harika bir atölye çalışması, içinde bulunmaktan gurur duyduğum bir ekip. Artık kaçıncısı olduğunu hatırlayamadığım, her 3-4 ayda bir 8 haftalık program şeklinde düzenlenen çok dönüştürücü bir atölye.
Bozkırın ortasındaki tek bir ağaç ne çok şey söyler insana,
Köyünün (köklerinin) yolunda olduğunu,