Heybe

 
Rivayet edilir ki, ruhla beden arasındaki denge bozulunca, birbirlerinden ayrılma vakti gelirmiş. Ruh hafif gelirse kanatlanır, göğe yükselirmiş, ama biraz beklermiş. Merak edermiş, uğurlamaya vedalaşmaya kimler gelecek diye. Bedeniyle bir vedalaşma değil. Vedalaşma için gelinen yer, ruhun yanı başıymış.

Ondan sebep anıldığı her yer, düşünüldüğü her yer, onun huzuruymuş. O her yerden duyarmış, ama insanoğlu geride kalanla ne yapacağını bilemediğinden, biraz da onu en son gören olmasından, bir de inanmak istemediğinden, bazen teselli için bazen umut için hep bedeninin yanına gidermiş. Gitmek zorunda hissedermiş, başka türlüsünü bilmezmiş. O yüzden ruh yükseldiğinde, yolculuk öncesi son anlarının çoğunu bedeninin civarında geçirirmiş ama aslında tüm evrene yayılır; kendisi için dökülen gözyaşını da, hissedilen hüznü de, pişmanlığı da olanca samimiyetiyle "görürmüş".
 
Bir de bedene ağır gelip, toprağın altına giren ruhlar varmış ki onlar da yokluklarında değişen adım seslerindeHeyben, o seslerin ritminden, kalanların hislerini “duyarmış”. İlk yedi gün biraz kafası karışırmış, çok gürültü olurmuş, ama sonra, el ayak çekilince anlarmış:
Kimi bir koltuğa oturur, çöker kalırmış.
Kimi mutfağa daha az gider, yemeden içmeden kesilirmiş.
Kimi banyoda daha çok kalır, kaldıkça ağlar, ağladıkça suyu daha fazla açarmış.
Ondan sebep su sesi gidene de huzur verirmiş çünkü bilirmiş ki
ardındaki o su sesinin perdesinde kendisiyle kalacak,
kendisiyle kalıp arınacak,
kendisiyle kalıp arınıp iyileşip çıkacak.
Kimi ise hiçbir şey olmamış gibi hayatına  devam edermiş, ruh duyunca şaşırırmış: istermiş tabii hayata tutunsun, istermiş tabii çok üzülmesin ama  ritim aynı olunca da  “Hiç mi bir şey eksiltmedi yokluğum diye“ biraz hüzünlenirmiş. Sonra daha dikkatli dinlermiş, çünkü yaşadıklarına, yaşamadıklarına, yaşayamadıklarına inancından ritmin aynı kalması mümkün değilmiş. Ondaki değişikliği duyana kadar yolculuğuna başlayamazmış. Arafta kalırmış, eksik kalırmış. Heybesine yüklenip götüreceğini umduklarının bir bölümünü geride bırakmak istemezmiş. Kendi gibi onu da eksik bırakmak istemezmiş, inanırmış, beklermiş.
Bazen günlerce, bazen aylarca, bazen... 
Beklermiş, bekleeermiş, bekleeeeermiş.
Sonra bir gün, kalanın adımları aksamaya başlarmış. Ertelediği, inanmak istemediği, yok saydığı, utandığı, sakladığı, özlediği, arzu ettiği ... Ona dair ne varsa hepsi önünde dağ olurmuş. İşte bu vakit kalan gideni o kadar derinden çağırırmış ki, ruh hemen toprağın altından çıkar karşısına otururmuş.
O koca yığının başında
birbirlerini duyarak birbirlerini duymadan,
birbirlerini görerek birbirlerini görmeden,
birbirlerini hissederek hep hissederek otururlarmış.
O koca yığını, en baştan elden geçirirlermiş. Hepsine tek tek tutunurlarmış ama en fazla  gülüşlerine, peşi sıra gözyaşlarını sürükleyen gülüşlerine tutunurlarmış. Sonra, ikisi de heybesine alacağını alır.
Vedalaşır, tamamlanır.
Vedalaşır, eksik kalır.
Vedalaşır, kendi alemlerinde yolculuklarına devam ederlermiş.
Ruhlar, alemler arasında geçiş yaparken, yedi kat yukarıya çıkıp iyiliklerine sarılır yedi kat aşağı inip kötülüklerinde boğulurlarmış. Kırk kurumuş kuyunun dibine düşüp ferahlattıklarının sularıyla çıkarlarmış, kırk zindana hapsolup özgürleştirdiklerinin anahtarları ile kurtulurlarmış. İşte bu yüzden heybe ve içindekiler yolculuktaki en önemli şeymiş: Üçleri, yedileri, kırkları tamamladıktan sonra âlem kapısına gelinir ve heybeler verilirmiş.  Âlem kapısından geçen ruh görür, gören ruh şaşar kalırmış. Önce anlamazmış, neden bazısı pırıl pırıl, rengarenk. Neden bazısı silik, soluk. Bilmezmiş neden bazısı sıcacık, neden bazısı buz gibi.
Ne zaman ki kulağına bir ses, gözüne bir görüntü gelir hissedermiş içine yayılan sıcaklığı, değişen rengini. Anlarmış tüm bunların sebebini.
O vakit tanırmış, heybesinde toplayıp da getirdiği anıları, insanları, öte tarafı.
O vakit anlarmış, heybesine artık neden ihtiyacı olmadığını. Her şey bir anda olurmuş.
Bir bakarmış, tek bir an…
 
Bir an, koca bozkırın ortasından bir ağaç çıkıp gelirmiş elleri yeşerirmiş,
Bir an tutamadığı eller gelirmiş yüreği ısınırmış.
Bir an ışık saçtığı insanlar gelirmiş, gözleri parlarmış,
Bir an gözünden sakındığı evladı gelirmiş tüm bedeni yanarmış.
Bir an...
Bir an...
...An,
...AN,
...AN!
Ondanmış, öte aleme göçüp gidenlerin ardında bıraktıklarına,  bıraktıklarının ANmasına muhtaçlığı...
 
O yüzden iyisi mi sen gidenleri hep an.
An ki bir dönem yaşadıklarını unutmasınlar, an ki unutulmasınlar,
AN ki hep var olsunlar.

8 Temmuz 2021
10:35:17
 

© Tüm Hakları Saklıdır. Uzman Doktor Lara UTKU İNCE
Free Joomla! templates by AgeThemes